6. BÖLÜM
"AZAP ÇIĞLIKLARI."
İstanbul'un can yakıcı soğuğu insanlığı tarumar ediyor gibiydi. Esmer tenime çarpan şiddetli rüzgâr neyin öcünü alıyordu, bilmiyordum ama doğa olaylarını seviyordum. Soğuk bıçak kadar keskindi, tenimi hırpalıyordu. Doğa olaylarını severdim, etrafı daha kasvetli yapardı; o zaman sokaklarda gezmek daha çok hoşuma giderdi, netice de canavarlar da karanlıkta ortaya çıkardı.
Uzun uzun izleyebilirdim kasvetli, dolu bulutları, eğer yıldız dikkatimi çekmeseydi.
Duman’ın yanındaydım.
Karanlığın hapsolduğu renkli irislerimi yavaşça onun yüzüne çevirdim ve karşımda oturan yüzüne baktım. Sabah on civarında beni aramış, buluşmamız gerektiğini söyleyerek kafeye çağırmıştı.
Gitmedim, ben onu Kaptan’ın kafesine çağırdım.
Kaptan'ın bir kütüphane sessizliğindeki kafesinde, terasa yakın kapının önündeki masada karşılıklı bir şekilde oturuyorduk. Rüzgâr ve sert soğuk ikimizi de kıskacı altına almış, önümüzdeki kahveleri buza kesmişti. Uykusuzluğun vermiş olduğu sinir bozucu halimden sıyrılmak için, "Ne?" diye konuştum onun ifadesiz bakışları karşılığında. "Neden sadece susup bakıyorsun?”
Bakışlarında herhangi bir değişiklik meydana gelmedi. Yüzünün kıvrımlarında gerçekleşen tek şey yanaklarını germesiydi. Duygudan yoksun gözlerimi onun yüzünde gezdirmekte ısrarcı olarak, "Dün gece mekândan ayrıldıktan sonra konuşma fırsatımız olmadı," dedim düz bir sesle. "Kalp rahatsızlığını gizliyor musun?"
Parmaklarını ritmik bir şekilde siyah kupasına vurduğunda rahatsızca kıpırdandım. Birinin el hareketleri ilgimi çekerdi ve şu an bakmamak için kendimi kasmıştım. Bu halime aşağılık bir tebessümle gülerken, "Gizlemiyorum," diye konuştu mesafeli bir sesle. "Lafı geçmedi. Ben lüzum görmedim. Bununla pek ilgilendiğini de sanmam Mahşer."
İlgileniyor muydum? Hayır. Beni rahatsız ettiğini bilerek parmaklarıyla kupada ritim tutmaya devam ederken, "Beni ilgilendiren kısmı elbette var," diye konuştum soğuk bir ses tınısıyla. "Mesela ne kadar yaşarsın? Ömrün, bu intikamı almaya yeter mi?"
Bunu beklediğini, değişmeyen yüz hatlarından anlamıştım. Başını hafifçe yana yatırdığında, gün ışığı kulağındaki küpeleri parlatmıştı. Parmakları ağırca hareket ederek ritmi yavaşlatırken, "Yetmezse," diye konuştu, tehlikeli bir yaklaşımla. "Ne yaparsın?"
"Başka bir adamı seçerim."
Parmaklarının ritmi şiddetlendi.
"Nasıl olurdu bu adam?"
Bana karşı yönlendirdiği bu sorusu karşısında riyâkar olmayacaktım. "Bu adam," diye dedim yüzünü süzerek. "Senin gibi olmamalı. Mesela... beni bu kadar gıcık etmemeli..." parmaklarının ritmi biraz daha şiddetlendi. "Sonra, beni bu kadar kışkırtmamalı. Burnu benimkinden daha güzel olmamalı, ya gözleri? Bu kadar yakıcı bakmamalı." Bakışlarımı yakıcı gözlerinden burnunu doğru indirerek dudaklarında duraksadığımda devam ettim. "Dudakları bu kadar istikrarlı bir tehlike arz etmemeli."
Parmakları durdu.
Kaşları asi bir şekilde çatılırken, "Ne dedin?" diye sordu pürüzlü sesiyle. "Dudaklarımın tehlike arz ettiğini mi söyledin?"
“Öyle demiş olsam da bundan ne gibi çıkarım yapabiliriz ki?” Buz tutan parmaklarla ahşap masanın üstündeki marlbora paketine uzandım. "Çakmağı versene."
Üzerindeki şişme montun cebine uzanıp siyah bir çakmak çıkardı ve önüme koydu. Bakışlarını pencere camından dışarıya çevirip bakarken, çakmağı tek harekette yakaladım ve çaktım. Minik, turuncumsu alevle sigarayı tutuşturduğumda, etrafın sessizliğine göz attım. Üç yüz metre kadar ileride bir lise vardı ve gençler burada iyi vakti geçirirdi.
Üç masa ilerimde oturan dört gençten biri mekâna geldiğimiz ilk andan beri beni kesiyordu ve yaşı en fazla on yedi olmalıydı. Kimsenin görmediğine inanarak sık sık bana göz atarken, eliyle sürekli saçlarını tarıyor ve arkadaşlarının muhabbetinden uzak duruyordu. Onun bu saf haline umursamaz bir gülüş gönderdiğimde genç çocuk onu izlediğimi fark ederek bakışlarını kaçırdı.
Duman kabaca homurdandı. "Şu ergenle bakışmayı keser misin?"
Onu umursamadan doğrudan genç liseliye bakarken, o yanımdaki adamın varlığından ürktüğünü gösterircesine gözlerini kırpıştırdı. Sigaramdan uzun bir nefesi çekip, ciğerlerimi itinayla kirletirken, çocuğa göz kırptım.
Eli ayağına dolaştı.
Duman küpesiyle oynamaya başladı. "Bir ergenle flört edecek kadar yoklukta mısın?"
Onun kışkırtmalarını kale almadım. Genç liseli kızaran yanaklarını gizlemek için alnını ovarken, Duman bir kez daha konuştu: "Liseli, Mahşer!”
Sigaranın fersiz külünü kül tablasının kenarına silkerken, Duman'ın oyununa gelmediğimi belirterek gülümsedim. “Çocuğun küpesi seninkinden daha güzel duruyor. Biraz daha genç işi takılsana."
Duman sinir bozucu bir şekilde gülerken, parmakları çoğu zaman yaptığı gibi kirli sakallarını sıvazladı. Sakallarının hışırtısını dinlemek içimi gıdıkladı. "Çocuk," diye konuştu Duman, tehlikeli bir sesle. "O yalnızca bir çocuk.”
"Duman, çocuk cidden fena bakıyor. Sanırım benimle ilgili hayalleri var."
Duman sandalyesini gürültüyle ittirdi. Kendine daha rahat bir pozisyon ayarlayıp omzunun üstünden arkasını dönerek masaya baktığında önce durdu. Genç liseli, az önce arkadaşlarının ısrarıyla mekânı terk etmişti ama Duman şu an için oyuna gelmeye müsait bir anda olduğu içi onu kandırmıştım. Çocukların masayı terk ettiğini oldukça kısa bir zamanda fark ettikten sonra başını tekrardan bana çevirdi ve kehribar gözleri sakinleşti. "Kalbi hasta bir adamla uğraşmak senin için bile fazla acımasız değil mi?"
Sigaranın boğucu dumanı teras camından sızıp uzaklaşırken, birkaç genç yoğun kokudan etkilenerek ağzının içinde homurdandı. Dirseğimi sandalyeye yerleştirip kıstığım gözlerimle hepsine dik dik baktığımda, çoğu söylenerek önüne döndü. "Duman, onu bunu bırak da beni neden çağırdığını söyle. Sıkıcı olmaya başladın."
Masanın üstündeki marlbora paketine uzanıp sormaya gerek duymadan sigaralarımdan bir tanesini çıkardığında, “Sorman gerekiyordu,” dedim.
Dilini dişlerinin arasında döndürdü.
"Nereden başlıyoruz?" diye sordum cevap vermeyeceğini anladığımda. "Adamın genç eşi ve yeğeninden bahsetmiştin. Bu bilgiyi nasıl değerlendirebiliriz?”
Eliyle sakallarını sıvazlamaya devam ederken, "Ben de bunu düşünüyorum. Sonuçta adamın karşısına çıkıp yeğeninle eşin sıcak saatler geçiriyor diyemeyiz.”
Ağır ağır kafa salladım. "Mantıklı."
Sigarasından sert yudumlarken alırken, "Evet," dedi sakince. "Öyle aniden olmaz. Adamla samimiyeti arttırmalıyız ki, bunu dememiz için gerekçemiz olsun."
Adamın karşısına aniden çıkarsak elbette bizi kale almazdı, bir şekilde onun hayatında yer edinmeliydik. Karısı ve yeğeninin münasebetini söylersek adam bize güvenirdi, yakınlaşırdı, masum olduğumu düşünürdü. Ağzıma sinen sigara tadını bastırmak için sertçe yutkunduktan sonra, "Buraya kadar evet mantıklısın," diye konuştum mekanik bir sakinlikle. "Melih Han seninle beni muhtemelen tanıyor, ailemizi öldüren oysa bizden şüphe de duyuyordur. Yani... düşünüyorum da bizi neden yanına yaklaştırsın ki? Ailemizi öldürdüyse bizimle bu riske girmez.”
Dudağını emdi. “Bizim şirket işleriyle ben ilgilenmem, sevmem de. Bu yüzden o adamın şirketle bağlantısını tam çözemedim. Amcam ve babam bunun farkında mı, bunu bile bilmiyorum. Şansımızı zorlarsak Melih Han niyetimizi anlar, belki de karşısına ikinci kez çıkmaya gerek yok.”
Planların aniden değişmesiyle beraber gerilerek kollarımı göğsümde kavuşturdum. “O halde sen Melih Han’ın şirketle bağlantısını çözmeye bak, araştır. Ben de şu yeğeniyle karısının peşine düşeyim...” gözlerim masadaki telefonuma düştü. “Birkaç fotoğraf çekeyim, işimize yarayabilir. Dediğin gibi, canını acıtmak için Melih Han’ın güven duymasına ihtiyacımız yok. O şu an bizi araştırıyordur, ailelerini öldürdüğü iki gencin sevgili olması onu düşündürmüştür. Bırak şüphe de duysun, huzursuz olsun.”
Sigarasını söndürüp izmaritini kenara bıraktıktan sonra memnun kalmış gibi gülümsedi. “Paçası tutuşmuştur, bırak tutuşsun, diyorsun. Fotoğrafları bana da gönder, Melih Han’a göndeririz.”
“Yeni bir hat al,” dedim hızlıca düşünerek. “Kendi adına alma. Fotoğrafları attıktan sonra kırar atarsın hattı. Zaten o anın şaşkınlığından bunu düşünmeyi erteler. Yavaş yavaş hayatına sızalım, huzursuz edelim.”
“Şirketin düzenlediği müzayedeler, açık arttırmalar oluyor. Melih Han da şirketle yakından ilişkisi olduğu için katılıyordur. Ben de katılırım, sen de partnerim olarak gelirsin.”
Şakağımı kaşırken derin düşüncelere daldım. Ailelerimiz aynı gece korkunç şekilde öldürülmek istenmişti ama sadece annesiyle babam öldürülmüş, diğerleri yaralı kalmıştı. O gece orada olan arabalardan birisi Nicolas diye birisine aitti ve şirketlerinde Nicolas adında biriyle karşılaşmıştı. O adam muhtemelen bizi tanıyordu, bu yüzden karşısına çıktığımızda niyetimizi anlamış olabilirdi. Duman’ın ailesi o gün yaşananları araştırmamıştı, ki nereden bakarsan bak mantıksızdı. Bu yüzden Melih Han hâlâ şirkette barınabiliyordu ama Dumanla sevgili olduğumuzu söylediğimiz için şüphelenmiş olmalıydı, daha dikkatli davranacaktır. Nicolas’ın ailemizle bağlarını çözmeye çalışırken onu da huzursuz edecektik, ki bu zevk verirdi.
“Ne düşünüyorsun?”
Sorusuyla beraber gözlerimi bir kez kırptım ve masanın altındaki parmaklarımı sıktım. “Ben senin partnerin miyim?”
Gözlerinde farklı bir şeyler açığa çıktı ve az kaldı ki, kalbimin gözlerini açıyordu. “Öylesin.”
“Tamam. Ben hep kırmızı bere takarım, partnerini öyle tanırsın.”
Gülümsedi, neredeyse. “Kırmızı bereli...”
Bakışlarımı hızla çektim ve konuşacak şeylerimizin bittiğini düşünürken, onun gülümsemesinin neredeyse ile kalmadığını gördüm, baya gülümsüyordu. Kaşlarımı çattım ve konuşmamızın bittiğini düşünerek ayağa kalktım. Masadan telefonumu alırken, Duman da hızla sandalyesini itip doğruldu. “Beren...”
Masadan uzaklaşıyordum ki, beremi aldığını, peşimden geldiğini gördüm. Topuklarım üzerinde ondan tarafa dönerek elindeki kırmızı bereme uzanıyordum ki, benden önce davrandı ve beremi başıma yerleştirmek için bana uzattı. Havada kalan ellerimle bereyi siyah saçlarıma yerleştirmesini izledim. Gayet ilgili, özenli şekilde beremi saçlarıma yerleştirdi ve hoşnut kalarak dudağının kenarıyla güldü. Gülümsemeler veya anlamlı bakışların bazıları, zahmetsiz işlenmiş cinayetler gibi gelirdi bana. “Kırmız senin rengin,” dedi, ben nasıl bu kadar sakin kaldığıma hayret ederken.
“Sağ ol,” diye bir mırıltı çıktı ağzımdan ve hızla gerileyip beremi tutarak ona arkamı döndüm.
“Sen sağ ol,” dediğinde, bir şey yapmadım ki demek istedim ama sonra fark ettim ki, bunu bir şey yaptığım için dememişti.
Sağ olmam için demişti.
Mekândan, Kaptan’ın yerinden önce ben çıktım ve Duman’ı arkamda, merdivenlerde bırakarak kaldırıma indim. Kırmızı beremi tutarak kaldırımdan aşağıya yürürken gözlerinin neredeyse üzerimde gezdiğini hissediyordum. Buradan ayrılmam, dönüp arkama bakmamam gerektiğini hissettim ve ben de öyle yaptım. Dönüp arkama bakmadan ayrıldım.
Hayat, Duman’ı defalarca arkamda bırakmıştı, gözlerimi de onu beklerken yolda. Fakat artık acıtmıyor, sırt dönüp gitmek o kadar da incitmiyor.
💔
Zaman ilerliyor, sen itmesen de.
Eve döndüğümde annemi yatağının içinde, ilaçlarını içmemiş halde bulmuştum ve onunla yaptığım bir kavgadan sonra odama girip bir daha çıkmamıştım. Yatağımın ortasında, yüzümü pencereme çevirmiş halde oturuyordum. Akşam olana kadar binlerce şey düşünmüş, az önce başlayan kalp ağrımla beraber de düşüncelerimin önünü kesmiştim.
Bu kalp ağrısı beni uyutmuyordu.
Gece olmak üzereydi ve bu saatte, nereden geldiğini bilmediğim ama sürekli yaşadığım kalp ağrısıyla uğraşıyordum. Alnımda, ensemde ve kulaklarımın arkasında ter damlacıkları birikmişti. Üstümde örtülü olan hiçbir şey yoktu. Komodinin üstündeki gece lambasından yayılan loş ışık yüzümün bir kısmını aydınlatmıştı ve bacaklarımı kendime çekmiş, kollarımla sarıyordum.
Yatakta biraz daha küçülürken yıllardır var olan ağrının ilk kez böylesine şiddetlendiğini hissediyordum. Bu ağrıyla ilgili bir işaret, somut neden istiyordum. Kalbim göğsümün altında kıvranırken, dişlerimi alt dudağıma geçirerek acıyı indirgemeye çalıştım. Ruhsal acının fazlalığından fiziksel acıları hissedemez olmuştum ama buna rağmen nasıl bu kadar kıvranabiliyordum?
"Hiçbir fiziksel rahatsızlığım yokken, bu ne saçmalık? Kimin acısı bu! Kimin!"
Ter dökmeye başladığımda, elimi kalbime daha sert bastırarak göğsümü ezdim. Dayanırdım ama dayanmak zorunda kalmak canımı sıkıyordu. Elle tutulabilecek kadar yoğun bir ağrıydı. Gözlerim uykuya itaat etmek için hazır olsa da kalbimdeki ağrı uyumama izin vermiyordu.
Kimin ağrısı bu...
Pantolonumun cebindeki telefonu uyuşan parmaklarımla yakaladığımda, gözlerim uykusuzluktan sızlamaya başlamıştı. Telefon avucuma düştüğünde yerimde rahatsızca kıpırdandım ve yorgun gözlerimi ekrana diktim. Siyah duvar kağıdımın ardındaki rehbere girdim.
Duman Alanguva Aranıyor.
Telefonu kulağıma yaslarken, kirpiklerimi az daha kısarak bakış açıma sadece hilâl şeklindeki ayı aldım. Göğsüm, bir mücadeledeymiş gibi savaşırken, çalan telefonun melodisini dinledim.
Yapabildiğim en iyi şey buydu.
Ta ki; Duman telefonunu açana dek.
Telefonun açıldığına dair yükselen o hışırtılı sesi işittiğimde, nemlenen dudaklarımı hafifçe ıslattım. Derin bir nefesin sesi yükseldiğinde, telefonu açanın kendisi olduğundan yüzde yüz emin oldum.
Duman'ın nefesi hastalığa yakalanmış gibiydi.
Şakağımdan saç diplerime doğru yavaşça akan ter damlası tenimi gıdıklarken, zapt edilmeyen göğüs darlığım ile sıkışık bir nefes aldım. Sert bir fısıltıyla, "Şu kalp ağrını durdur," diye konuştum, saçma şekilde onun yüzünden kalbimin ağrıdığını düşünerek. "Yapman gerekeni yap ve..." kalbime aniden saplanan bu hastalıklı hisle, tırnaklarımı ellerime biraz daha batırdım ve devam ettim. "Kalbindeki ağrıyı azalt. Duman, hemen yap şunu."
Onun kıvrandığını biliyordum. Kalp ağrısı ile canının acımasına rağmen, neden gerekli olanı yapıp ilacını almıyordu. Ve ben neden onun kalp ağrısını hissedebiliyordum. Saçmalıktı! Duman'ın korkutucu sakinlikteki usul nefesi hattın diğer ucundan kulağıma dökülürken, "Ne saçmalıyorsun? Kalbimin ağrıdığını da nereden çıkardın?" diye tersledi beni.
“Soru sorma," diye konuştum, karşımda olsaydı sesim tenine kesikler açabilirdi. "Sadece istediğimi yap."
Şaşırıyordu ama bunu saklamakta ustaydı. Çarşafın hışırtılarını andıran bir ses yükseldi, ardından kadehin var edebileceği o tok ses. Kaşlarım farkındalığımla çatılırken, dudaklarımdaki tüm heceler oyun dışı kaldı. Kuralsız bir adama ve o adamla da canavarlara karşı savaşıyordum.
Yenilgileri hazmedemeyen benliğim beynimle birlikte harekete geçtiğinde, Duman zihnimdeki düşünceleri konuşarak süpürdü. "İlacımı içtim ama alkol aldığım için faydasını görmeyeceğim."
Kalbimin kalbiyle beraber tuhaf bir şekilde ağrıdığını bilse, yine de o alkolü alır mıydı?
Kalpler mantıklı davranmaz, dedi iç sesim. Ve hayattaki tüm hatalar bu yüzden olur.
"Aptal mısın sen, ne demek istiyorsun!”
"Yani..." sesi bulanık bir su gibiydi. "Bu gece sana tatlı rüyalar, bana azap çığlıkları Gül Diken'i."
💔
Aynalara bakabildiğin müddetçe iyi birisin, aynaya dönmeyi bıraktıysan sen de onlardan birisin.
Işık aramadan, çöken akşam karanlığının içinde hücumla yürürken, dikkat çekmemeye gayret ediyordum. Nicolas’ın yeğenini takip ediyordum, evinden ayrıldığından beri yürüyordu. Araba kullanmamıştı, bu yüzden ben de yürümek zorunda kalmıştım. Yeğenin adresini Duman vermişti, kendisi de bugün şirkette olacak, amcasının ağzını yoklayacaktı. Yeğenin, Nicolas’ın karısıyla buluşacağını düşünerek onu takip ediyordum ama eğer buluşmazsa bunca dakikadır boşa yürüyor olacaktım.
Mesafemize dikkat ederek ondan az sonra sokağın köşesini döndüğümde, adamın etrafına bakınarak bir apartmanın önüne doğru yürüdüğünü gördüm. Hemen kendimi duvarın arkasına sakladım ve ayaklarımı da geri çekip apartmanın önüne baktım. İşte orada, yeşil beresinin altında sarı saçları süzülen bir kadın vardı. Genç, güzel bir kadındı. Adamın kendisine yürüdüğünü görmesiyle beraber basamaktan inmişti. Hızla uzanıp telefonumu çıkardım ve onların kavuşmasını beklerken kamerayı odakladım. Adam kadının yanına vardığında, kadın hızla uzanıp kollarını ona sardı. Bu anı ve sonraki gelen anlık öpüşmeyi fotoğrafladıktan sonra ne yaptıklarına baktım. Adam aceleci şekilde kadının elini tuttu ve önlerinde durdukları apartmandan içeriye girdiler. Gözden kaybolana kadar onları izledim ve sonra telefonumu indirip güldüm.
“Aşk mabedi bile yapmışsınız...”
Bunun Nicolas kadar uyanık görünen bir adamdan gizleyebilmeleri ilginçti.
Burada daha fazla durup ilgi çekmemek için hızla tabanlarımın üzerinde döndüm ve geldiğim yolu geri yürümeye başladım. Fotoğrafları Duman’a gönderecek, devamında Melih Han’ın hissettiği mutsuzluktan tatmin olacaktım. Sokağın solundan dönerken paketimden bir dal çıkardım.
Sigaramın külünü ıslak zemine silktiğim sırada, algılarım sayesinde izlendiğimi hissettim ve atik bir hareketle omzumun üstünden arkama döndüm. Sol tarafımda, yaklaşık üç metre uzağımda küçük bir oğlan çocuğu oturuyordu. En fazla beş yaşlarında, esmer, kuzguni bir tene sahip, çelimsiz bir çocuktu. Üstünde her çocuğun sahip olabileceği türden bir pantolon ve siyah bir badi vardı. Kısa bacaklarını karnına doğru çekmiş, dudaklarımdaki sigaraya ve yüzümdeki bomboş ifadeye bakıyordu.
Tek kaşımı sorgular bir biçimde kaldırarak onu daha fazla korkuttuğumda, gözlerini kısa bir an kaçırdı. Küçücük parmakları vardı. Öyle küçük bir çocuktu ki, umutlarının kendinden büyük olduğuna emindim. Bir kez daha tedirgin gözlerini bana çevirdiğinde, "Burada ne işin var?" diye sordum, kaskatı bir sesle. "Evine git. Saat geç ve bu sokak senin için uygun değil."
Oturduğu yerde irkilerek kollarıyla kendini sardığında üşüyor olduğunu fark ettim ama hiçbir şey yapmadım. Dışarıya çıkarken üzerine bir mont alabilirdi. Kararsız kaldığı kısa bir andan sonra mırıldandı. "Evim yok ki."
Sigarayı dudaklarıma bir kez daha yerleştirerek uzun yudumlarla içerken, "O zaman nerede yaşıyorsan oraya git," diye konuştum, umursamaz bir sesle. "Soğuktan titriyorsun bacaksız."
Nefesini üşüyen ellerine vererek minik parmaklarını ısıtırken sordu: "Bacaksız, ne demek?"
"Senin gibi veletlere verilen isim."
Anlamıyordu, anlamasını beklemiyordum. Olduğu yerde ıslanırken ve soğuktan titrerken ağzımın içinde homurdandım. "Evine gitsene çocuk."
Sigaranın dumanı içimde boğulurken, "Ben," diye konuştu, sesi cılız ve çekingendi. "Mahalledeki yetimhanede kalıyorum."
Yetimhanede hayatı çalınan binlerce çocuktan biriydi. İnsanların zevklerine kurban ettiği çocuklardan bir de iyilik bekliyorlardı. Bu çocuğa baktığımda on beş yıl sonra, bir sokakta fazla doz uyuşturucudan ölebileceğini düşünüyordum. Aslında bu bir ölüm olmayacaktı. Bu ailesinin onun için hazırladığı bir cinayetti.
Kimse bu çocuğu, kötü bir adam olduğunda suçlayamazdı.
Donuyordu, sabahın sert soğuğu onun canını yakıyordu ve henüz bedeni buna karşı koyamayacak kadar küçüktü. Sigaranın izmaritini zemine fırlatarak küçük kıvılcımları söndürdükten sonra, keskin bakışlarımla sokağı izledim. Kimse yoktu. Ağırlaşan saçlarımı geriye doğru savurdum ve parmaklarımla üzerimdeki ceketin fermuarına uzandım. Ceketi bir çırpıda üzerimden çekerek yaklaştığım oğlan çocuğunun üstüne attığında, bir an irkilerek benden uzaklaşmaya çalıştı ama kaba bir tutuşla çelimsiz bedenini yakalayarak buna engel oldum.
Onu eğildiğim yerde kollarım arasına alarak doğrulduğumda, hiç de bir ağırlık taşıyor gibi hissetmiyordum. Oldukça hafifti ve kaburgalarındaki kemikleri kollarımda hissediyordum. Kucağımda, benimle birlikte yükseldiğinde bir an ürpererek kesin bir inilti yükseltti ve kollarını kucağına düşürdü. "Ne yapacaksın ki bana?"
Tamamen doğrulup omuzlarımı dikleştirdiğimde, siyah ceketim onun üstüne örtülmüş ve bedenini yağmurdan sakınmıştı. Ona bakmayı reddederek doğrudan ileriye odakladığım bakışlarımla sessiz yolu izlerdim. "Eğer kucağımda tepinip bana zorluk çıkarırsan bozuşuruz."
Benden korkmasına rağmen bana biraz daha sokularak küçük ellerini ceketin altına yerleştirdiğinde, gergin bir nefes verdim. "Tamam," diye mırıldandı, ardından birkaç kez öksürdü. "Uslu olacağım."
Korkuyordu ama bununla ilgilenmiyordum. Sorun çıkarmaması iyiydi, zira sabır eşiğim pek aşağılardaydı. Sokağı sessizce yürüyüp bitirdim ve bir diğer sokağa girdiğimde adımlarımı hızlandırdım. "Şey, abla," diye geveledi ağzının içinde. Kızmamdan korkuyordu. "Beni nereye götüreceksin?"
“Güzel bir yere götürmek isterdim.”
Küçük bir oğlan çocuğuyla konuşacak hiçbir şeyim olamazdı. Gelirken görmüştüm, yetimhane iki caddenin bitişiğindeydi. Saçlarım artık sırılsıklamdı, üstümdeki gömleğin yakası biraz daha aşağıya çekiştirilmişti ve yağmur muhtemelen dudaklarımdaki ruju çeneme akıtmıştı. Bir süre sonunda, hızlı adımlarım yavaşlamaya başladığında yetimhanenin sokağına girmiştim. Bu küçük veledin buradan nasıl kaçtığını bilmiyordum ama yokluğu henüz fark edilmemiş gibiydi. Sorumsuz bir yerdi, buna emin olmuştum. Kaldırım boyu yürüyerek yetimhanenin kapısı önünde durduğumda, dik bakışlarımı kucağımdaki çocuğa indirdim. Yüzü ve bedeni tamamen ceketin altında olduğu için hiçbir şey göremiyordu ve uzun süredir nefessiz kaldığı için solukları hızlıydı. Kafamı iki yana sallayarak olduğum yerden kaldırıma doğru eğildiğimde, "Çok sıcaksın sen, bırakma beni,” dedi onu bırakacağımı anlayarak.
Kalçası kaldırıma dokunduğunda, kollarımı onun bedeninden çekerek temasımızı kopardım. Adını bilmediğim ve merak etmediğim çocuk, kaldırım kıyısında büzüştüğünde ceketim de onun üstüne örtülmüştü. Belimi doğrultarak dikildiğimde, bacaklarını kendine çekti ve titreyen elleriyle ceketimi bana uzattı. "Teşekkür ederim abla."
Bana uzattığı ceketime ve bir de gözlerindeki temiz duygulara bomboş, hissiz bir şekilde bakarken, kollarımı göğsümde kavuşturdum. "Sen o cekete sümüğünü, salyanı falan akıtmışsındır," diye homurdandım ilgilenmez bir tavırla. "Giymem, ben bir daha onu. Al üstüne ört de bir işe yarasın."
"Teşekkürler."
Dudaklarımda biriken yağmur suyunu elimin tersiyle sildiğimde kırmızı rujumun izlerini parmaklarımda gördüm. Başımı kaldırıp bir de yetimhane binasına baktığımda bekçinin kulübesinden çıkmış, buraya doğru yürüdüğünü gördüm. Açıklama yapmak istemiyordum, çocuğu kaçırdığımı bile sanabilirlerdi. Fazla oyalanmadan gerilemeye başladım. “Hoşça kal.”
Ona sırtımı dönüp hızlı adımlarla ilerlemeye başladığımda, kollarımı kendi etrafıma sarmaktan başka şey yapmadım. Üşüyordum ama atlatırdım. Tırnaklarımı kollarıma bastırırken yere düşen yağmur tanelerini izledim. Su damlaları bana güzel şeyler hatırlatmıyordu, bu ses de hep aynı şeyi hatırlatıyordu.
Yıllar önce,
Galata Lisesi.
Beyaz okul gömleğimi pileli eteğimin içine tıkıştırıp, sabırsız nefesler verirken, gözlerim spor odasının kapısından ayrılamıyordu. Koridorda muazzam bir sessizlik ve bu sessizlikle birlikte duyulan nefes seslerim vardı. Göğsümün derisi kalbime çarparak kendini öğütürken, parmaklarım bu defasında gömleğimin düğmelerine gitti. Üstten birkaç düğmeyi açarak siyah saçlarımı omuzlarımın üstüne döktüm ve parmağımla rujumdaki fazlalığı sildim.
Evet, güzel görünüyordum.
Her zaman güzel görünürdüm.
Dudaklarımdaki tebessümün önüne geçmeye çabalarken, bedenimi duvarın arkasına saklamaya devam ettim. Duman'ın beden dersi on dakika kadar önce bitmişti ve dersten sonra muhakkak duş alıyordu. Bu sefer de spor odasının kabinlerinden birinde soğuk bir duşa girdiğine emindim ve bunu düşündüğüm her an olduğum yerde kıvranıyordum.
Heyecandan irileşen gözlerim beyaz kapıdan ayrılmazken, işittiğim seslerle duraksadım. Görünme riskini tamamen ortadan kaldırarak kapının aralanmasını ve üç lise son sınıf öğrencisinin kapıdan çıkışını sabırsızlıkla izledim. Onlar gülüşerek koridorun diğer yönüne yol aldıklarında, dişimi alt dudağıma geçirerek piercingimin iğnesini dudağımın kalın etine batırdım.
Şimdi içeriye girebilirdim.
Onun yanına girebilmek için sekizinci dersten kendimi attırmayı başarmış ve bir hayli azar işitmiştim ama sorun değildi, öğretmenlerimi ve derslerimi çok fazla önemsemezdim. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup kendimi bu tehlikeye hazırladıktan sonra koridoru kontrol ettim. Bir kız öğrencisi az önce lavaboya girmişti ve onun dışında kimse yoktu. Bu iyiydi, onunla yalnız kalmam çok daha iyiydi.
Bedenimi duvarın arkasından ayırarak görünür olduğumda parmak uçlarımda yükseldim ve duvar dibinin yanı boyunca yürüdüm. Ellerim nemlenmiş, bedenimin ısısı yükselmişti. Kısa mesafeyi iki soluk kadar bir vakitte bitirerek kapının önünde durduğumda, parmaklarım çoktan o kulpu aşağıya indirmişti. Kalçamla aralanan kapıyı geriye iterek girebilmem için bir mesafe yarattım ve bedenimi içeriye attım.
Artık spor odasındaydım.
Kapıyı arkamdan örterek kilidi çevirdiğimde, duşa kabinlerden yükselen suyun o sesini işitmiştim. Işıksız, loş ve pencerelerin açık olduğu bir ortamdı. Duman'dan başka kimse yoktu ve olmaması için tüm ihtimalleri ortadan kaldırmıştım. Tabanlarıma basıp spor ayakkabılarımın içindeki parmaklarımı içe doğru büktüm ve duşa kabinlere yöneldim. Dört tane kabin vardı ve Duman üçüncüsündeydi. Çaprazımdaki boy aynasından kendime kısa bir bakış attım, gayet çekici ve güzel görünüyordum. Bu detaylar o kadar önemli değildi ama mesele o olduğunda tüm kozlarımı kullanmaktan çekinmezdim.
DuşAabin kapısı önüne yürüyüp alnımı kapıya yasladığımda, avuç içlerimi de kapının üstüne yaslamış ve başımı hafifçe öne eğmiştim. İçerideydi, kapıya sıçrayan su damlalarının onun bedeninden nasıl kaydığını düşündüm. Beyaz benizli bir tene sahipti. Bilmediğim bir sebep yüzünden iki yıl liseye ara vermişti ve şu an benden büyüktü. Bedeni ve tavrı olgunlaşmaya başlamıştı. Onu gözlemlerken bunu çok net fark etmiştim.
Suyun bedenindeki yolculuğunu hayal etmek dilimi damağımı kuruttuğunda titrek bir soluk verdim. Bedenim karıncalanıyordu, kişiliğimin zıttı tavırlar sergiliyordum ve asıl sorun kalbimdi. Öyle çırpınıyordu ki, sanki göğsümün yerini almasından korkuyordu. Aldığım sonraki nefesi seslice vermiş olmalıyım ki, Duman'ın bedeninde istikamet eden suyun durduğunu işittim. Panikledim, fakat heyecanım öyle çoktu ki, yakalanma korkusu yoktu.
Bedenini kapıya yüklediğini hissettim, aramızda şu lanet olası kapı olmasaydı şu an onun kalıplı sırtına dokunuyor olacaktım. Duraksadığını hissettiğimde, parmaklarım titrekçe kapının kulpuna uzandı.
Lütfen kilitli olmasın.
Lütfen!
Kilitliydi!
Elbette kilidi çevirecekti, herkes böyle yapardı. Yüzüm asıldı ve duygularım hırpalandı. İçeriye giremezdim, o zaman kaçıp gitmeli miydim? Kapının arkasında birinin olduğunu hissetmişti, konuşursa ona cevap vermeli miydim? Buz kesen yanağımı kapının yüzeyine yasladım ve az sonra akmaya devam eden suyu duydum, kaldığı yerden devam ediyordu. Ne o bir şey sormuştu ne ben cevap vermiştim.
Ve o an da tıpkı diğerleri gibi hatırlarımda eskimişti.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...